1993 ‘ de çalınan ‘Islık Sesi’ nin şifreleri çözülmeye başladı…(1)
Hayatında hiç tren görmemiş çölde yaşayan ve demir yolu raylarının yanında oturan bir adamla ilgili hikaye anlatılır : Adam , yaklaşan trenin sesini duyar.Ama ne olduğunu anlayamaz.Sonunda büyük bir şeyin ona doğru yaklaştığını görür.Trenin ne olduğunu bilmediği için yerinde durur ve tren ona çarpar.Her nasılsa ölmez.Hastanede bir süre kaldıktan sonra eve döner ve arkadaşları ona hayatta kalmasının anısına bir parti düzenlerler.Birisi çay yapmak için ocağa demliği koyar.Adam kaynayan suyun ıslığını duyunca hemen eline baltayı alır ve mutfağa koşarak demliği parçalar.Bunu neden yaptığını soranlara da :“Şunu söylememe izin veriniz.Böyle şeyleri küçükken öldürmek gerekir “ der.
Anlatılan bu hikaye ünlü Mossad ajanı Victor Ostrovsky‘in yazdığı ” İhanet Çemberi Mossad “ adlı kitaptan alınmıştır.ABD‘de yayınlandığı ilk gün 120 bin adet satar.Ancak Yahudi Lobisi‘nin devreye girmesiyle piyasadan toplatılır.
Psikolojik bir olguya dikkat çeken bu pasaj adeta kitabın özeti durumundadır.İnsanlar üzerindeki şartlı reflekse verilebilecek güzel bir örnektir.İnsan yaşamında iz bırakan ve hiç unutamayacağı bir olayı geçmişe yönelik çağrışım bulutlarıyla tepkiselleştirmesi açısından son derece önemlidir.Kaynayan çaydanlığın çıkardığı “ıslık sesini” trenden gelen “siren sesi “ ile çağrıştırmak ve “küçükken başı ezilecek bir olgu” olarak kabullenmek rutin kontrollerin yapılması anlamına da gelmektedir.Aksi halde ağır sonuçlarına da katlanılmalıdır.
Mossad Ajanları arasında sıkça anlatılan bu hadise aslında devletlerin istihbarat çalışmaları açısından da son derece önemlidir.Eğer bir ülke , stratejik bakımdan öneme haiz çalışmalarını bu ” ıslık sesi “ metodu ile yapmıyor ise bir gün trenin kendisine çarpmasından kurtulamaz.
Bu mantıkla 1993 yılı ve sonrasını otopsi yapmaya çalışalım.
Ancak, son elebaşısının 9 Mayıs 2015‘de terki dünya ettiği 12 Eylül 1980 ihtilalinin bıraktığı acı izlenimlere kısa da olsa değinmekte fayda var.Cennet mekan Abdülhamid Han “Dünyada hiç bir ihtilalci yoktur ki,yıkmakta gösterdiği başarıyı yapmakta da göstersin” derken ne kadarda haklıymış.Kardeş kanının daha fazla akmasını önlemek için iki yıl uygun zeminin beklendiği ve okyanus ötesinden “Bizim çocuklar” diye taltif edilerek kışlası dışına çıkarılan bir TSK‘dan bahsediyoruz. İç Hizmet Kanununun 35. maddesine dayanarak meşruiyet kazanmaya çalışan bu ihtilalci yapı maalesef bu ülkenin bütün dinamiklerini kırmış ülkeyi çok daha gerilere götürmüştür.Yapılan zulüm,işkence,idam ve ölümleri bir kenara bırakınız sadece Diyarbakır Cezaevi’n de ki insanlık ayıbı yeterde artar.Görüş kabinlerinde “Türkçe konuş çok konuş” tabelaları altında çocuğuna “Nasılsın oğlum” diyecek kadar bile ana dili kürtçe ile konuşmasına müsaade edilmeyip gözleri ile anlaşmak zorunda bırakıldılar.Ne acı bir durum değil mi?Bir anne Cezaevinde ziyaretine gittiği oğluna kendi dilinde hal-hatır soramıyor.
Hiç şüphesiz PKK hareketinin filizlenip kök salmasındaki en önemli etken, 12 Eylül mantığıdır, Cumhuriyet tarihinin belirli dönemlerinde alenen uygulananlar Kürt düşmanlığı ve asimilasyondur.Dersim katliamı bunun acı bir örneğidir.Seri idam kararları ile tanınan İstiklal Mahkemelerinin gerekçeli kararında “Türkçe bilmeyen bir gençten ülkeye hayır gelmeyeceğinden idamına…” diyerek yöre halkı üzerinde oluşturulmak istenen “Korku İmparatorluğu” nun yansımalarıdır bütün bu yaşananlar.Bu hususta bir çok yazı yazdık,şimdilik bu kadarıyla yetinelim.
Görüldüğü gibi insanları tek tipleştirme gayretleri en acımasız şekilde uygulanmıştır.1993 yılına gelindiğinde ise hep o bildik reçete kondu önümüze.Ard arda yaşanan ve toplumu sarsan olaylar Ülkeyi derin bir yapının karıştırdığı yönünde idi.İlim adamı,siyaset ve sanatçıların yanı sıra binlerce insan faili meçhul cinayetlere , bir komploya kurban edilmekte idi.Yaşanan bu acı olayları , terörün de verdiği ivme ile toplumda yaşanan kutuplaşma olarak geçiştirmeye çalışdılar.Oysa tabanda binlerce yıldır barış ve kardeşlik rüzgarı hakimdi.
12 Eylül‘ün o teslimiyetçi ruhu , içinde barındırdığı şeytanı 1993‘te görevlendirdi.
Türkiye’ye son 30 yıla damgasını vuran PKK, 27 Kasım 1978 tarihinde Diyarbakır’ın Lice ilçesine bağlı Fis köyünde kuruluşunu ilan etti. 1980 askeri darbe ile birlikte halka yönelik başlatılan baskılar ve Diyarbakır Ceza evi’n de bulunun tutsaklara yönelik insanlık dışı işkenceler, yeni bir dönemin başlaması için kapının aralanmasına neden oldu. 15 Ağustos 1984 tarihinde Siirt‘in Eruh ve Hakkâri‘nin Şemdinli ilçelerine baskınlar düzenlendi ve her iki ilçede kısa süreliğine PKK’nin denetimine geçti.
Yüreğimizi yakan acı haberler peşpeşe gelmeye başladı.ABD‘nin sözde Saddam tehdidine karşı Güney Doğu‘ya yerleştirdiği Çekiç Güç Leyjönerleri PKK’ya lojistik destek sağladı.Öte yandan Ermeni ve Rum subayları da çeşitli kamplarda terör ve konturgerilla eğitimi vermeye başladı.Böylece Asala‘nın rölü PKK’ya devredildiği tescillenmiş oldu.Diyarbakır Cezaevi’nde çocuğunun makadına jop sokup sonrada babasına uzatarak “Hadi bakalım kokla” diyerek insanlık onurunun ayaklar altına alınması Kürtçe’de “Baş kaldırma,toplu isyan” anlamına gelen “serhildan” ın da fitilini ateşlemişti.Terör örgütü kırsal kesimde yapılanmasını tamamlamış ve yıllar sonra 18 Ağustos 1992‘de 300 kişilik bir terörist gurubuyla Şırnak baskına uğramış ve çıkan çatışmada şehir harabeye dönmüştür.
“Üç-beş çapulcu” diyerek geçiştirilen terör faaliyetleri , bu olaydan sonra “PKK Güneydoğu’da kök salmaya başladı” denilerek otorite tarafından ciddiye alınmaya başladı.24 saatten fazla sürdüğü iddia edilen çatışmaların ilk başlarında şehir askeri birlikler tarafından tamamen kuşatıldığı halde bu pkk’lıların nasıl olup da hepsinin kaçmayı başardığı ve bir tek pkk militanının dahi yakalanamadığı da bir muammadır.
( devam edecek...)
İlhan Nezor