1993’de çalınan ‘Islık Sesi’nin şifreleri çözülmeye başladı…(4)
Eğer demokratik bir ülkede otorite boşluğu varsa orada kaos için zemin hazırdır denilebilir.İşte o karanlık yıllarda kanla beslenenler bu fırsatı iyi değerlendirmiş, kimileri de kanla abdest tazelemiştir..Demokrasinin “olmazsa olmazı” olan “Kuvvetler Ayrılığı ” ilkesi, kurumların asli görevlerinden uzaklaştırılıp birer “ideologya örgüsü” haline getirilmesi bu çatışmaların başlıca sebebidir.Siyasi Parti ve liderlere olan güvenin zayıflatılması, rejimi koruma adına oluşturulan ve dokunulmazlık zırhı ile kuvetlendirilen bir üst aklın varlığından yıllar sonra haberdar oluyoruz.Öyle ki,Cumhuriyet tarihinin en güçlü ikdidarları bile yasaların kendilerine verdiği yetkileri kullanamamaktan şikayet etmişlerdir.Özal “Yetkilerimin ancak yüzde beşini kullanabiliyorum “ derken Tayyip Erdoğan ‘atanmışların seçilmişler üzerindeki tahakkümünden ‘ bahisle “Bürokrasi halk iktidarı ile savaşıyor” diyerek Özal’ı destekliyordu.
O karanlık yıllarda vesayetçi ,jakobenist zihniyet ,rejimin her ne pahasına olursa olsun korunması için her türlü gayri meşruluğu meşru gösterme çabasında idi.Bazı düşünce kuruluşlarının “Biz asılız,dolayısıyla bizim istemediğimiz hiç bir şey asla gerçekleşemez” diye feveran etmeleri ve bir yerlere “Haydi göreve” mesajı vermeleri sizce düşündürücü değil mi?Asırlarca her türlü etnik grubu bünyesinde barındıran,onlara “milleti Sadıka” muamelesi yapan,sosyal,kültürel ve ekonomik bağlamda özgürlükler sağlayan bir medeniyetin,bugün “yaşasın halkların kardeşliği” sloganı ile sokaklara dökülmesi yakıp yıkması bir planın parçası değil mi?
Peki, ülkede bütün bunlar yaşanırken dini ve milli hisleri ağır basanlar ne halde idi.Bir çokları hayatlarının gayesi telakki ettikleri cihad şuurunu ‘iyilikleri emredip kötülüklerden sakındırma’ yolunda cansiperhane mücadele ettiler.Ötekileştirilmelerine,horlanmalarına, aşağılanmalarına rağmen mücadele verdiler.Karşılarına çıkarılan yaptırım gücü yüksek çeşitli kanun maddelerine aldırış etmeden ,gençliğin iman yangınına seyirci kalmadılar.Diğer bir kesim ise,kardeşlerinin bu iman mücadelesini uzaktan seyretmiş,yaşananlar karşısında otoriteden yana tavır almış, ‘Obez’lenmeyi tercih etmişti.Ancak yıllar sonra anlaşılacaktır ki,sistem tarafından gerektiğinde bir Translantik gibi kızaklarından salınarak toplumun gazını alma görevi verilmişti.
Zamanı ve olayları o kadar iyi analiz ettiler ki Süret-i Hak‘tan görünerek gençliğin bu göz yaşlarını simgeleştirdiler.Şubat 1979′da ilk sayısı çıkan ‘Sızıntı’ dergisine o dönem bütün dünyada şehir efsanesi olan “Ağlayan Çocuk” tablosunu kapak yaptılar.Gülen‘in “Bu ağlamayı dindirmek için yavru” başlıklı yazısı fakir Anadolu halkı üzerinde çok etkili olmuştu.Benimde on bir yaşında olduğum yıllardı.İkamet ettiğimiz Anadolu Kasaba’sın da(Ordu-Perşembe) otobüs camları,dükkan,lokanta ve evlerin duvarlarını süslüyordu.O kadar çok etkilenmiştim ki ” Bu çocuk neden ağlıyor?” diye sormak zorunda kalmıştım.Üzerinde çeşitli efsaneler dolaşan İtalyan ressam Bruno Amadio‘nun bu tablosunu bana “Kıbrıs savaşında ailesini kaybetti.Bir çöp bidonunda saklandı.Onu bulduklarında bu şekilde ağlıyordu” dediklerini bugün gibi hatırlıyorum.
1980′li yıllarda bütün dünyayı kasıp kavuran ve pek de sanatsal değeri olmayan bu tablo, başta İngiltere olmak üzere “uğursuz ve lanetli” olarak algılanmış ve binlercesi imha edilmişti.Rivayet odur ki,girdiği her evde yangınları,ölümleri ve uğursuzlukları beraberinde getirdiği söylendi.Artık bütün dünyada lanetlenen bu tablo Gülen‘in en güçlü silahı olmuştu.
İngiliz The Sun gazetesi 4 Eylül 1985′te bir haber yayınladı.Bu haber çok etkili olmuştu.Bir madenci kasabası olan Yorkshire‘deki bir itfaiyeci tamamı yanan bir evde bu tabloların hiç zarar görmediği iddiasına yer veriyordu. Bu hadiseden sonra olaya şahit olan itfaiyecilerin bu tabloları evlerine sokmadıklarını belirttiler.Bu haberden sonra evlerinde bu tabloyu bulunduranlar paniğe kapıldılar.Oysa yangınların çoğu ,kötü elektirik sobalarının uygunsuz yerlerde,yatak ve perdelere yakın olmasından kaynaklanıyordu.
Bu tablo üzerinde bu kadar durmakla konudan uzaklaştığımız sanılmasın…Çok ama çok önemli bir algıdan bahsediyoruz.Başta İngiltere olmak üzere bütün dünyada bu tablo üzerinden bir vurgu yapılıyordu:Fakirlik…
İngiliz gazetelerinin uyanık editörleri yangınların hep yoksul mahallelerde çıkmasını sıkça dile getirerek okuyucularını kaygılandırmakla fakir halka bir mesaj göndermek istiyordu.Binlerce okuyucu bu çağrılara uyarak posterleri gazeteye yolladı.Toplu halde yakıldılar.Bu saçma sapan probaganda o kadar çok etkili olmuştu ki,bazı okuyucular gazeteyi arayarak başından geçenleri anlattı.O kadar saçma gerekçeler vardı ki içlerinde ,adeta dudak uçuklatacak cinstendi.Bir okuyucu “Ağlayan Çocuk” resminden geceleri ağlama sesi geldiğini,göz yaşının kan rengine dönüştüğünü,resmin titremeye , sallanmaya başladığını söylüyordu.
Neticede İngiltere “Ağlayan çocuk” tablosu üzerinden sosyal bir deney yapmış ve sonuca ulaşmıştı.Vurgulanmak istenen,fakir ve eğitimsiz toplumlara istenilen şeklin verilebileceği,sevk ve idare edilebileceği,toplumsal olaylar karşısında sorgulamadan ,kanıksamadan belirli yerlere kanalize edilebileceği sonucuna varılmıştır.
Evet,bu bilgileri verdikten sonra her zaman yaptığımız gibi geliyoruz ‘bam teli’ ne…
Baskı,sindirme ve ötekileştirmenin planlı bir şekilde yapıldığı Cumhuriyet’in ilk yılları “tek tipleştirilmiş” prototip üzerinde daha fazla çalışamadı ve bu tez tarihin çöplüğünde yerini aldı.Ancak bu sembolize edilmiş fikirlerinden de vazgeçmediler.Siyasi olarak şekillendirilemeyeceği anlaşılınca başka çareler aradılar.Bu hiç şüphesiz kendi çıkarları için revize edilmiş din anlayışı idi.Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi hedef kitle belirlenmiş,fakir ve yoksulluk istenilen şeklin verilebileceği hamur haline gelmişti.Bu hamuru işleyecek ve tabir yerinde ise kurtlar sofrsında amansız bir mücadeleye girecek din adamı ve cemaatlere ihtiyaç vardı.Bu Fethullah Gülen’den başkası olamazdı. 20’li yaşlarında sıradan bir Kur’an Kursu eğitmeni olan Gülen bazı özellikleri ile keşfedilmeyi bekliyordu.Küresel sermayenin Türkiye mümessili olan ve yıllarca senatörlük yapan Kasım Gülek bu görevi üstlendi.Gülen‘le yakın temasa geçti.Onun etkileyici vaaz uslubunu,kitleleri harekete geçirişini,onları nasıl metafizik bir gerilime tabi tuttuğunu görmüştü.
Kasım Gülek gibi Amerikancı ve Mason birisinin sıradan bir hoca ile ne ilişkisi olabilirdi? Hangi Akaidi konuda birleşiyorlardı.Öyle ya Akaid “gönülden bağlanılan, düğüm atmışçasına sağlam inanılan şey” demek değil miydi? Galatasaray ve Robert Kolejlerinde eğitim gören,Columbia Üniversitesi’nde iktisat dalında doktora yapan,dünyaya kan kusturan Rockefeller Vakfı kursiyeri olarak Londra Üniversitesi’nde ve Cambridge Üniversitesi‘nde İktisat ve Maliye bölümlerinde öğrenimini tamamlayan birisinin sıradan bir hoca ile ne gibi bir gönül bağı olabilirdi?Bunun tek bir açıklaması vardır :Fethullah Gülen’in üzerine bina edilen Amerikan çıkarlarına uygun Ilımlı İslam projesinin Türkiye’de ana kumanda merkezini oluşturmak.Bu da Amerika’nın izin verdiği kadar Müslümanlık…
Şu garabete bakınız ki,İstiklal Savaşı‘ndan kahramanca çıkan, ecdadının yazdığı şanlı destanı -tek parti dönemindeki baskıya rağmen- yaşatmayı başaran bir milleti manevi esaret altına alabilmenin ise tek yolu vardı: İçerden kuşatmak. Bugün baktığımızda 1960’lı yıllarda bu amaçla seçilen isimlerin tesadüf olmadığını, bu kişilerin aile yapıları ile toplumun tüm kesimini kontrol altına alma potansiyeli taşıdıklarını görebiliyoruz. İşte bu kavşakta karşımıza iki kilit isim çıkıyor: Kasım Gülek ve Fethullah Gülen.Bu buluşmada varılmak istenen hedef;Amerika’nın çıkarlarına uygun İslami düzenin Kemalizm ayağını olgunlaştırmaktır.
Fethullah Gülen, 1 Eylül 1997 tarihli Zaman gazetesinde Amerika’da kendisine referans olan ismin Kasım Gülek olduğunu şöyle açıklıyordu: “ABD’de görüştüğüm insanlardan biri Abramowitz idi. O, Türkiye’de bir zaman elçi olarak kalmıştı. Müşterek dostumuz Kasım Gülek bey vardı. Onun vasıtasıyla gıyaben onu tanıyorduk… Türkiye, şimdiye kadar çok ölüm-kalım krizlerine maruz kalmıştır. Bunu isterseniz bir kriz sayın ama bu millet bunu aşar dedim. Hatta bu ses, imkânı varsa Beyaz Saray’a kadar, Kongre’ye kadar, Pentagon’a kadar götürülmeli dedim.”
Daha sonra Gülek’in cenaze namazınıda o kıldırmıştır.
Böylesine güçlü bir lobi faaliyetini arkasına alan Gülen, ülkeyi bir ahtapot gibi saran, yüzbinlerce insanı dinleyen, fişleyen, cezaevine atan, Emniyet, TSK içinde örgütlenen, haraç kesen, mahremleri gözetleyen hatta faili meçhul cinayetlere adı karışan kirli bir örgüt Paralel Devlet Yapılanması’nın da mimarı olmuştu.Gençlik döneminden itibaren bir proje olarak yetiştirilip hazırlanan Gülen’in 1990′lı yıllarda istihbarat raporlarına yansıyan ‘kendi hocasını Jandarma’ya ihbar edecek kadar gözünü karartan hırslı kişiliği’nin karanlık örgütlerce daha çocukken keşfedildiği görüldü.Bu aynı zaman da sıradan bir köy imamının kendisini ispatlamak için neleri göze alabileceğininde bir cevabı idi.Daha sonraki yıllarda Mossad,CIA ve Moon Tarikati gibi derin yapılarla irtibatlı olduğu anlaşılacaktı.
Masum ,temiz fakir Anadolu halkı üzerinde “Ağlayan Çocuk” tablosu ile köy köy dolaşarak kendisine taraftar toplama gayretine girişen Gülen yıllar içerisinde “ağlayan vaiz” olarak karşımıza çıkacaktı.Arkasına aldığı bu derin güçlerle ekmeğini yediği,suyunu içtiği,havasını teneffüs ettiği vatanına karşı onu kullananlar düğmeye basmış ve sinsice yerleştirdiği devlet kurumlarındaki adamlarını “gün bugündür” diyerek tetiklemişti.
Şimdi biz aradan çekilip onu en iyi tanıyan 25 yıla yakın hizmetinde bulunan,ama bugün büyük bir pişmanlık yaşayan ve “Gülen‘in arkasında kıldığım namazları kaza etmek durumundayım” diyerek oynanan büyük oyuna dikkat çeken Prof.Dr Ahmet Keleş‘e kulak verelim…
“17 Aralık vuku bulduğunda,öyle bir şok yaşadım öyle bir feryad ettim ki,başımı secdeye koyup ‘Allah’ım,ne olur bu memlekete ve millete merhamet et diye feryad ettim.Çünkü,17 Aralık operasyonu bana bir şey hatırlattı.Hoca Efendi bizlerle konuşurken zaman zaman şöyle söylerdi.Derdi ki bize ” Siz şu Ankara’da 1000 öğrenci evi açtığınız zaman bu iş tamam derdi.Siz İstanbul’da şu kadar kurs,okul,ev açtığınız zaman Allah’ın izniyle bu iş tamam”. Bu iş dediği şeyde bu ülkeyi ele geçirmek.Şu sözlerini 17 Aralıkta hatırladım ve tüğlerim diken diken oldu.Şöyle diyordu: “Kardeşlerim biz bu ülkenin en hayati damarlarına,kılcal damarlarına öyle bir sızacağ,öyle bir yerleşeceğiz,öyle bir gireceğiz ki ve ben günü geldiğinde bu devleti bu devleti yönetenleri paçasından öyle bir tutacağım ki,tuttuğum an uyanacaklar ama uyandıklarında yapacakları hiç bir şey kalmamış olacak….” (Deşifre Proğramı/A Haber )
Bilmem başka söze gerek var mı? Evet var..!
Bize de Hz.Musa gibi “Allah’ım içimizdeki hainler yüzünden bizi de helak eder misin..?” demekten başka çaremiz yok.
Allah tuzak kurucuların en hyırlısıdır.Bizleri bunların şerrinden muhafaza buyursun (Amin)
İlhan Nezor.