“Kullanılma hakkımız Yüce Türk Milletine aittir…” (1)
Türkiye Cumhuriyeti‘nin kuruluşundan itibaren ilk 25-30 yıl içerisinde Türk toplumu, Milliyetçilik fikir yapısını ‘din’ merkezli telakki etmiş , söylem ve sloganlarını da bu minval üzere kurgulamıştır.
Dolayısıyla tarihten gelen milli his ve heyecanlarını İslam‘la pekiştirerek ülkü ve donktrin haline getirmiştir.Asırlarca yaşam biçimini,idare şeklini,ahlakını ve diğer milletlerle olan münasebetlerini bu çizgi üzerinde dava konusu yapmıştır.
Batılı kaynaklar ve araştırmacılar “Eğer Türkler’in Türklük ve İslam davası olmasa idi İslamiyet bugün Hicaz Yarım Adasına sıkışıp kalırdı” tespitleri de yadsınamaz bir gerçektir. Bizim “Kızıl Elma Ülküsü” dediğimiz ve Oğuz Türkleri için “üzerinde düşünüldükçe uzaklaşan ancak uzaklaştığı oranda cazibesi artan ülküler veya düşünceler” Türk devletleri için bir hedefin ve amacın simgesi olagelmiştir.
Biz bu yazı dizimizde ,bu hareketin yaklaşık elli yıllık mücadelesini zaman zaman milli his ve heyecanlara gark olarak ve zaman zamanda göz yaşları içerisinde ve roman tadında anlatmaya çalışacağız…Böyle yapmak durumundayız .
Çünkü , maalesef yeni neslimize “mitoloji” ilmini sevdiremedik…Okuyan,sorgulayan,düşünen , düşündükçe eriyen bir nesli tarihe hapsettik.Çağın teknolojisinden faydalanmak yerine,ona esir düşmüş ve “Beğen” linkine basmakla karşı tarafın mutluluk hormonlarını okşayan bir nesle ‘yetim’ ve ‘öksüz’ bıraktığı davasını anlatmanın ve taraftarı olmasının günümüz hengamesinde ne kadar zor olduğunu bilenlerdenim…
12 Eylül‘ü , 12 yaşında karşılamış olan bizim kuşağın duyduğu milli şuur ve heyecanı çocuklarımıza anlatamamanın sıkıntısı içerisindeyiz.Her şart ve oluşumda, sözde çağa ayak uydurmayı gelişmişlik ve kalkınma zanneden “yitik” bir gençlik var karşımızda…Bu bakımdan biz de onların anladığı dilden ,fazla mitolojiye girmeden Türklük şuurunu-İslam ahlak ve faziletini anlatmaya çalışacağız.
Yakın tarihimizde zaman zaman, yaşam ve inançlarımızı etkileyen ara dönemler yaşanmıştır.Etkileri uzun bir süre devam eden gönül ve fikir dünyamızın şekillendiği evreler olmuştur.Çeşitli fikir akımları üzerinden yapılan tartışmalarda toplumumuza her defasında yeni bir elbise giydirilmeye çalışılmıştır.İşte bunlardan birisi de Cumhuriyetimizin ilk yıllarına tekabül eden 1944′lü yıllardır.
Bu dönem , “Türk kimliği” üzerinde oynanmak istenen tahrip hareketinin yoğunlaştığı bir isyan dönemidir.‘Materyalist milliyetçiliğin’ zorla dayatılmak istenmesi milli dayanışma şuurunun da meydana gelmesini sağladı.Adeta uyuyan dev uyandırıldı. Ortak kültür ve gayeler etrafında odaklanan milli bir davanın da başlangıcı olmuştur.
Peki nedir bu dönemde yaşananlar?
Şimdi hep birlikte “tarih babaya“ soralım bakalım bize neler anlatacak?
Tarihe ” 3 Mayıs olayları” olarak kayda geçen hadiseler Nihal Atsız‘ın, hakkında açılan dava için Ankara’ya geldiği sırada başlamıştır. Despot-Jakobenist baskılara boyun eğmeyen bir grup genç komünizm aleyhine bir gösteri düzenler ve beraberinde N. Atsız etrafında birleşirler. Mahkeme salonuna giremeyen gençler Ulus Meydanı’na doğru yürüyüşe geçer. Burada milli marşlar söylenir ve komünizm aleyhine sloganlar atılır . Gittikçe taraftar kazanan gençler Ulus Meydanı’ndan sonra Başbakan Şükrü Saraçoğlu ile görüşmek istediler.Ancak bunda başarılı olamadılar. Milliyetçi gençlerin bu gösterileri zamanın tek adamı İsmet İnönü Hükümeti tarafından şiddetle önlendi. Tutuklanan üniversiteli gençlerin sayısı 165 olarak tespit edili.Milliyetçi gençliğin bu masum ve haklı hareketi devrin milli şefine bir ihtilal olarak intikal ettirildi. H. Ali Yücel, Nevzat Tandoğan ve F. Rıfkı Atay üçlüsünün gayretleriyle “Irkçılık ve Turancılık” adı verilen milliyetçilik düşmanı dava ortaya çıkarıldı.
Esasında 3 Mayıs olayları, II. Dünya Savaşı’nın seyri ile alakalıdır ve dönemin hükümetinin Almanlar‘a karşı üstünlük kuran Ruslar’a Türkçüleri feda ederek bir siyasi rüşvet vermesi olayıdır.Sanıklarından Alparslan Türkeş, İsmet Paşa‘nın 19 Mayıs Nutku’ndan birkaç gün sonra görev yeri olan Erdek‘te gözaltına alınmıştı. Gözaltına alma sırasında bölük odası ve evi aranmış, daha sonra İstanbul Merkez Komutanlığına götürülerek 13 Haziran 1944 günü Askeri Tutuk ve Cezaevi‘nin hücresine kapatılmıştır. Burada beş ay tutuklu kalan Türkeş, rahatsızlığı sebebiyle Haydarpaşa Askeri Hastanesi‘ne nakledildi ve bir ay süreyle tedavi gördü. Daha sonra sıkıyönetim komutanlığının baskısıyla hastaneden alınarak tekrar Tophane‘daki hücresine konuldu. Hücreye döndükten birkaç gün sonra Emniyet Müdürlüğü olarak kullanılan Sansaryan Han‘a götürülerek sorgulanmaya başlandı.
Yakın tarihimize “Tabutluklar” adı ile geçen, tavanlarında beş yüzer mumluk ampullerin yandığı işkence odalarına kapatıldı. Dönemin Emniyet Müdürü Ahmet Demir ve Savcı Kazım Alöç tarafından Nihal Atsız‘a yazmış olduğu mektuplar yüzünden sorguya çekildi. Hükümeti devirmek amacıyla ihtilal hazırlığı yapmakla suçlandı.Suçlamaları kabul etmeyen Türkeş‘in sorgulama sırasındaki ifadeleri ibret vericidir. Türkeş anılarında konuyu şöyle izah etmektedir;
“Biz, milliyetçiyiz. Biz bütün Türklerin,dünyada yaşayan Türklerin mutlu olmasını istiyoruz, esaretten kurtulmasını istiyoruz. Yani bu fikir, eğer Turancılıksa; bu fikri taşıyoruz. Biz komünizme karşıyız. Komünizm ideolojisi, beğenmediğimiz bir siyasi ve iktisadi görüştür. Biz milliyetçi yazılar yazmayı, memlekete hizmet kabul ettik. Onun için, Orkun dergisine yazı gönderdim. Nihal Atsız Bey’le zaman zaman memleket meseleleri üzerine mektuplaştık.”
Alpaslan Türkeş, anılarında kendisine yapılan işkenceler hususunda ise şunları söylemektedir;
“Acımasızca parmaklarımdan birini yakalayıp, tırnağımı çektiler. Aslında, ben o görevlilere acıyordum. Yönetim, bizi faşistlikle suçluyor ama, tüm faşizan yöntemleri kendileri kullanıyordu. İçimden bu da geçer yahu, diyordum. Memurların gözü bir şey görmüyordu” .
Turancılık davası, 7 Eylül 1944 günü başladı. Duruşma açıldığında, sıkıyönetim komutanlığının son tahkikat kararı, Savcı Kazım Alöç tarafından okundu. Kararın başlangıcında yer alan “vatana ihanetleri sabit olanlar…” ibaresi sanıkları daha yargılamadan suçlu ilan ediyordu. Esasında bu üslup, İsmet Paşa‘nın 19 Mayıs Nutku‘nun bir taklidinden başka bir şey değildi. Muhakeme sırasında Türkçüler kendilerine yapılan işkencelerden bahsetmişler, rasizm’i (ırkçılık) raşitizm (çocuk hastalığı) olarak telaffuz eden savcı, sanıkların ifadelerini mahkeme zabıtlarına geçirtmemiş, itirazları yapanlar ya azarlanmış ya da dışarı atılmıştır. Türk ülkesinde, Türk mahkemelerinde, suçları “Türkçülük” olanları cezalandırabilmek için çok değişik oyunlar oynanmıştır.
İşkence iddialarıyla ilgili olarak Savcı Kazım Alöç‘ün şu ifadeleri işkencelerin yapıldığını doğrular mahiyettedir :
“Biz bunları huzurunuza vatan hainleri, caniler ve katiller olarak getirdik. Bunları Pera Palas Oteli’nde yatıracak değildik. Onlar müstahak oldukları muameleyi görmüşlerdir. Elbette onlara her nevi zulüm yapılmış ve yapılacaktır”.
Alparslan Türkeş ile Mahkeme başkanı arasında cereyan “Türk Birliği” konusundaki tartışma sırasında Türkeş‘in geleceğe matuf şu ifade ve tespitleri oldukça dikkat çekicidir;
” ..mesela, 1917’de olduğu gibi 1965’te veya 1990’da da Rusya’da bir ihtilal zuhur edebilir. O zamana kadar Türkiye harb endüstrisi bakımından da, ilim ve irfan bakımından da ilerlemiş bulunur ve Türkiye’nin de yardımı ile bu birliğe doğru yürünebilir…”
1 Nolu Sıkıyönetim Mahkemesinde, 7 Eylül 1944 ile 29 Mart 1945 tarihleri arasında 65 oturum devam eden yargılama sonunda milliyetçiler muhtelif hapis ve sürgün cezalarına mahkum olmuşlardır . Davada on üç sanık beraat etti. On sanık ise on yıla kadar çeşitli hapis cezaları aldılar. 148. maddeye muhalefet ile yargılanan Alparslan Türkeş ise 9 ay 10 gün hapse mahkum olmuştur. Verilen bu karar temyiz edilmiş ve askeri temyiz mahkemesi bu mahkumiyet kararlarını esastan ve usulden bozarak 23 milliyetçinin telgraf ile 26 Ekim 1945 tarihinde tahliye edilmelerini sağlamıştır .
Bilahare davaya 2 nolu Sıkıyönetim Mahkemesi’n de devam edilmiş ve neticede milliyetçilerin hepsi 31 Mart 1947 tarihinde beraat etmişlerdir.Okunması dört saat süren beraat kararında kanuni, fiili ve vicdani unsurların geniş bir şekilde tahlile tabi tutulduğu görülmektedir. Kararda, o günlerde komünizm faaliyetlerinin artmaya başlaması, Sabahattin Ali‘nin Nihal Atsız aleyhine dava açması gibi sebeplerle heyecanlanan gençliğin komünistlere karşı duyulan kin ve nefreti izhar etmek istediği anlatılıyor “Bu nümayiş, milli bir ideolojinin milli olmayan bir ideolojiye karşı ifadesinden ibarettir” deniliyordu. Ancak bu kararı veren Ali Fuat Erden, Tümgeneral Kemal Alkan ve Tümgeneral İsmail Berkok hemen tayin edilmişlerdir.
1944 yılı olayları ile ilgili olarak neticede şunlar söylenebilir; Türkiye‘de, Kemalist milliyetçilik anlayışından farklı bir milliyetçilik anlayışının yeniden baş göstermeye başlaması 30’lu yıllara tesadüf eder. Bu yeni milliyetçilik anlayışı Türk ırkının tarihi sembollerine ve kan birliğine önem vermektedir. Bu tarz bir anlayış, faaliyetlerinin ve yayınlarının kısıtlı olmasına karşın daha açık ve şiddetli olarak 1939‘da gündeme getirilmiştir. Atatürk‘ün vefatından sonra kuvvetlenen ve yön değiştiren “tek parti”, “tek şef”, “tek millet” gibi kavramlar yeni bir anlayışa izin verecek türde değildi.
Dönemin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu’nun konuşmasıyla başlayan olaylar zinciri, Nihal Atsız‘ın mektuplarıyla devam etmiş, 3 Mayıs 1944 tarihli milliyetçilerin gösterisi ile sona ermiştir. İsmet İnönü‘nün 19 Mayıs Nutku ile yeni çehreye bürünen ve çok farklı, maksatlı bir bakış açısıyla “Turancılık Davası”na dönüşen hadiseler Cumhuriyet dönemi Türk siyasi tarihinde önemli bir nirengi noktası olmuştur. İsmet İnönü için olayların ilk ve önemli ismi durumunda olan Atsız, davanın Türkçülüğü yıkmayıp güçlendirdiğini, ancak İsmet İnönü‘nün yıkıldığını söylemektedir . 3 Mayıs N. Atsız‘a göre “Türkçülüğün gafletten ayrılışı can düşmanlarını tanıdığı dost sandığı hainleri ayırdığı” gündür.
Nejdet Sancar‘a göre “en hain düşman komünizme dikilme“ günüdür.Bütün bu tepkiler
ve yorumlar içinde ele aldığımız 1944 Türkçülük Davası aslında devlet politikası içinde incelenmelidir. Devletler, politikaları gereği zaman zaman milliyetçi akımları el altında tutmuş, desteklemiş ve hatta kullanmıştır. 1944 yılında bu tür bir davanın başlaması Rusya‘nın baskıları ile yakından alakalıdır. Rusya karşısında tutunabilmek için aradığı desteği bulamayan Türk hükümeti, Alman karşıtı olduğunu göstermek için fırsat kollamıştır.
Aranan bu fırsat Nihal Atsız’ın mektupları ile yakalanmıştır.
19 Mayıs Nutku ile olayların büyümesine sebep olan İsmet İnönü‘nün asıl amacı bütün dünyanın dikkatini Türkçülerin ve Turancıların nasıl ezildiklerine çekmek ve dış politikadaki çelişkili uygulamalarından dolayı ortaya çıkan hatalarını örtbas etme gayretinden ibarettir. İnönü‘nün 1944 olayı karşısındaki tavrı ve sertliği ile Rusya’ya şirin görünebilme çabası içerisindeyken Rus yetkililerinin Türkçülerin ve Turancıların yargılanmalarını maskaraca bir oyun olarak görmeleri dönemin siyasi iktidarı adına büyük bir gaftır.Bu olay milliyetçilerin mağdur olmasıyla sonuçlanmış ancak bu mağduriyet milliyetçilere darbe olmamış, bilakis güçlendirmiş ve Türk milliyetçilerine “Kurtuluş Günü” adıyla bilinen, manası, prensipleri ve amacı belirli bir ülkü haline gelen kutlu bir gün kazandırmıştır.
(Devam edecek)
İlhan Nezor